SEVDİKLERİM SÜREKLİ BENİMLE
Herkesin hayatı kendine göre güzel ya da zordur. 80’lerin çocukları olarak çok da varlık içinde büyümedik. Ama Allah’a şükürler olsun ki eksiklik de hissetmedik.
78 yılı Bulgaristan göçmenlerindendir ailem. Annem benden evvel iki kız evladını cennete uğurlamış, evlat acısını yaşayan, hatta bu acıyı tek başına yaşayan bir kadındır. 1981 yılında dünyaya geldikten sonra dikkat edilerek büyütüldüm ben. Annem çalışmak zorundaydı, babam da… Bazen vardiyaları gereği annem gece 12 de işe gider, babam da gece 02 de işten gelirdi. Ve ben gece iki saat evde tek kalmak zorunda kalırdım. İşte böyle gecelerin birinde annem beni yatağıma yatırdığında evde tek kalacağım için sizce ne yapardı? Okumaya devam etmeden evvel düşünün isterim. Hem de en kötüsünü…
…
Gece uyandığımda, anne diye seslenip evde tek olduğumu fark etmeyeyim diye yatağımdan çıkmamı engellemek üzere, yorganımı döşeğe dikerdi. Ağlayarak… işte böyle anlarda bilirdim ki annem gidecek. O bana fark ettirmemeye çalışırdı elbette. Ama ben fark ederdim. Yalnızlığı, yalnız kalmayı…
…
Biraz daha büyüdüğüm de eşe dosta akrabaya komşuya bırakırdılar beni. Hem sevdiklerim vardı emanet edildiğim evlerde, hem de en kötü anlarım. Çünkü ailemle ziyaretlerine gittiğimizde keyifli saatler geçirirken, tek başıma onlara emanet edildiğimde adeta terk edilmişliği iliklerime kadar yaşardım.
Bütün gün balkonda otururdum, ya da iç odada bir koltuk üzerinde. Sürekli düşünürdüm annemi. Ya gelmezse diye. Sürekli saate bakardım akşam olsun hadi diye. Zaman zaman ağlardım, annemin beni almayacağı korkusuyla… hem de neredeyse her gün.. akşam olmaya başlayıp hava renk değiştirmeye geçince de içim içime sığmaz, panik ve korkuyla camdan dışarı bakardım. “Ya gelmezse, ya ben burda kalırsam artık…”
…
Bir anı var zihnimde. Annemi görüyorum evimizin salonunda. Ben varım yanında. Annem üzgün, tedirgin, panik… Bir haber bekliyor. Evlerimizde telefon yok o zamanlar. Komşuların birinde var sadece telefon. Ve uzaklardan bir haber gelecek…
Babam geliyor. O annemden daha üzgün. Omuzları çökük. Annem korkuyla soruyor. “Ne olmuş, ölmüş mü? ” Babam cevap vermiyor. Annem bir daha soruyor. “Söylesene, ölmüş mü babam?”
“Evet” diyor babamın soluk sesi. Annem o an çığlık çığlığa ağlamaya başlıyor. “Babam, tek başıma bıraktın beni, yalnız bıraktın beni, gittin, sensiz ne yapacağım ben” diye cümleler kurarak ağlıyor.
Ben ölmek ne demek, kaybetmek ne demek, öldüğünde yalnız kalacağını, ölümün sevdiklerinin gidişi ve bir daha gelmeyecek olduğunu o an öğreniyorum.
Ben de ağlıyorum …
İşte böyle anlarda öğrendim kaybetmek ne demek. Dahası sevdiğini kaybetmek ne demek… Çocukluğumda yaşadığım ve sürekli zihnimde dönen bu anıların da sevdiklerini kaybetme korkusu olduğunu çok sonra keşfettim.
…
Bir gece uyandım. 7 yaşındaydım o zamanlar. Ev çok kalabalık, tüm komşular bizde. Odamdan çıkıyorum, bir kadın beni kucağına alıp sevmeye başlıyor. Öpüyor hasretle… ama hayatımda hiç görmediğim bir kadın. Sonra bir adam geliyor, o da sarılıp öpüyor beni, gülümsüyor. Seviyor. Anlam veremiyorum kim olduklarını bilmediğim için. Adam beni sıkıştırıp severken komşu teyzeler söylüyor kadının ananem, adamın dayım olduğunu. 1989 yılında sınır kapıları açılınca göç etmiş ananemler meğer. Ben 7 yaşında öğreniyorum, benim de bir ananem ve dayım olduğunu. Hep duyardım sokakta arkadaşlarımdan “Dayım…..” ya da “Ananemler gittik…” cümlelerini. Ama benim o vakte kadar dayı- anane diyeceğim kimse olmadığı için bu terimler bana çok yabancıydı.
Dört gün göbek atıp oynadın der annem : “Oh, benim de ananem varmış! Oh, benim de dayım varmış! Yaşasın!” diyerek.
Tam 1 yıl ananemle yaşadım. Annemi çok az gördüm. Görmeyi ben istemedim sanırım. Ananem vardı yanımda çünkü. Gecem gündüzüm ananem olmuştu. Onunla sabah kalkar çok anlamasam da yaşım itibariyle namaz kılardım onunla. Akşam da dualarımızı ettikten sonra ona sarılıp uyurdum.
Tam bir yıl sonra aniden tekrardan Bulgaristan’a dönme kararı alıp, gitti. Yapayalnız hissetmiştim kendimi. Yemek yiyemediğimi anımsıyorum üzüntüden. Terk edilmiştim sanki. Bir sevdiğim gitmişti. Eskiden gibiydi aynı. Yoktu. Aklımda o kırmızı kamyon, sokağın ucundan dönüp ananemi götüren…
…
İşte bu anım da zihnime kazınan sevdiklerimi kaybetme korkusunun hayatıma getirdiği yaşantılardan biridir. Yukarıda bahsettiğim tüm anılar, birinciden sonuncuya kadar sınırlayıcı bir inancın oluşum aşamalarıdır kendi hayatımda.
Biliyoruz ki bir gün tüm canlılar ölecek. Hepimiz öleceğiz. Ancak bu dünya hayatında ölüm gerçekleşmeden ya da ayrılık gerçekleşmeden gerçekleşmiş gibi onu yaşamak bilinçaltında yatan travmaların bıraktığı enerjinin ya da sınırlayıcı inançların sonucudur. Kendi çocukluğunuza bir bakmanızı öneririm, ya da kendi çocuklarınıza verdiklerinize. Benim travmalarım bana annemi kaybetmeden cenazesini yaşatırdı. Onu mezara bırakıyormuşum gibi… Tam da bu an oluyormuş gibi… İçimden milyarlarca parçam sökülür giderdi acıyla. Ne uyku kalmıştı ne de sosyal hayatta neşem.
Yıllar sonra fark ettim ki sevdiklerimi kaybetme korkusu bende “Sevdiklerim beni terk ediyor” şeklinde bir inanca dönüşmüş. Sevdiklerimle yaşadığım her ayrılık, her gidiş, hepsi sevdiklerimi kaybetme korkusunun eseridir. Hayatımızda çok temel bir felsefe vardır. “Zihninizde ne varsa hayatınızda o vardır.” Hatta zihninizde ne varsa hayatınıza onu yaşatacak insanları çekersiniz.
İyi ki NLP var. Artık zihnimde sevdiklerimi kaybetme korkusuyla beslenmiş sevdiklerim beni terk ediyor inancı yerine “Sevdiklerimin sürekli benimle birlikte olduğuna inanıyorum” inancı var. Bir fotoğraf; yemyeşil bir ağaç altında; ben ve sarmaladığım tüm sevdiklerim. Ne zaman sevdiklerimi kaybetmek, sevdiklerimi kaybetme korkusu desem zihnimde bu fotoğraf beliriyor.
Ve ben artık biliyorum ki; ölüm ne dersek diyelim acı verici. Ama onun acısını o bize uğradığında yaşamalıyım. Bu dünyada yaşadığım ve yaşadığımız sürece tüm sevdiklerim benimle. Sonrasını sonra düşünürüz…